Géza Csáth aslında kimdi?

Géza Csáth aslında kimdi?

Okuyacağınız kısa ve hazin hayat hikâyesi genç yaşta hayatına son veren bir edebiyat ve müzik dehasının hikâyesidir…

Dâhi insanların niçin akıl kârı olmayan şeyler yaptığı bilim çevrelerinde sıkça tartışılan bir konudur. Tesadüf bu ki Géza Csáth’ın Türkçeye ilk defa çevrilen öykülerini okuduğum sırada bu sorunsalın yeniden gündeme getirildiği bir makaleye denk geldim.[1] Tesadüf diyorum, çünkü Géza Csáth mahlasıyla yazan József Brenner’ı da aptallık yapan dehalar sınıfına yerleştirebiliriz.

Şimdi hiç acele etmeden, yazardan yapıtına giden kısa bir yolculuğa çıkalım: 13 Şubat 1887’de Subotica’da (bugünkü Sırbistan sınırları içinde) doğan Brenner, daha sekiz yaşındayken annesini kaybeder. Annesini kalp rahatsızlığından kaybettiği dönemde çok iyi keman çalsa da o ressam olmak ister. Ancak öğretmenlerinin onun çizimlerini beğenmemesi üzerine dil bilgisi eğitimi alarak yazmaya başlar. Dehasını ilk gençlik çağlarında belli eden genç József; Szechenyi, Vorosmarty, János Arany ve Mihály Szabolcska gibi Macar edebiyatının önemli isimleri üzerine yazdığı makalelerle sanat çevrelerinde dikkat çekmeye başlar. İlk makalesini de 15 yaşında Bacska Gazetesi’nde yayımlatır. Genç yaşına rağmen derin bir müzik bilgisine sahip olan Brenner, müzik eleştirmenliğinin de üstesinden gelmeyi başarır.

Macar gazetelerinde yer alan müzik ve edebiyat kritikleriyle parlayan Brenner’ın hayatı 1908 yılında birçok açıdan değişecektir. Bu öyle bir yıldır ki hem ilk öykü kitabını (A varázsló kertje – Büyücünün Bahçesi) yayımlattığı hem tıp fakültesini bitirerek stajyerliğe ve ardından doktorluk görevine başladığı hem de ileride eşi olacak Olga Jones ile tanıştığı yıldır. Ancak 1908 yılının asıl önemi, afyon ile tanıştığı yıl olmasıdır; tüberküloz semptomlarının baş göstermesiyle birlikte kendisini felakete sürükleyecek olan ilk morfin dozunu alır. Bağımlılığının ilk yıllarında her şey normal seyreder.

Géza Csáth’ın henüz dilimize kazandırılmayan günlüğü The Diary of Géza Csáth için “On The Illnesses and Death of Géza Csáth” başlığıyla İngilizce bir makale kaleme alan Macar şair Dezső Kosztolányi’den öğrendiğimiz üzere morfin, yazarın hayatını sinsice mahvetmeye başlar.[2] Yakın akrabası olan şair Kosztolányi, Brenner’ın sürekli bir tatminsizlik ve mutsuzluk hâlinde olduğu bir sırada ansızın evlendiğini yazar. Belki de mutsuzluktan sıyrılmanın yolunu evlilikte arayan Brenner, 1913 yılında Olga Jonas ile evlendiğinde tam bir morfin bağımlısıdır. Dönemin önemli profesörleriyle birlikte çalıştığı doktorluk günlerinde ilginç vakalara tanık olup saha pratiği kazanan Brenner, aynı zamanda gazetelerde müzik eleştirilerini yayınlatmaya ve öykü yazmaya devam eder.

Tam da böyle bir dönemde savaş gelip çatar. Brenner, I. Dünya Savaşı’nın başında askerî doktor olarak cepheye çağrılsa da morfin bağımlılığı orada da başına bela olur. Ordudan ihraç edilmesinin ertesi yılı Olga’yla birlikte bir kız çocukları olur. Morfin bağımlılığı, günbegün onu uyumsuz, içine kapanık, öfkeli ve gaddar birine dönüştürür. Özü afyon olan bu madde, hayatına öylesine sirayet etmişti ki tedavi olmayı reddetmekle birlikte morfin için vazgeçemeyeceği hiçbir şey yoktur; doktorluğu, müzik ve edebiyat yazınındaki başarısı ve hatta karısı… Ezcümle morfin, dibe vuruşuna neden olur; konsültasyon odasında kızı da yanındayken karısı Olga’yı tabancasından çıkan üç mermiyle öldürür. Eşinin öldüğünü reddetmesi, bu olayın yaşandığı sırada ağır morfin etkisi altında olduğunun göstergesidir. Brenner’ın Kosztolányi’nin de belirttiği üzere o dönemde yazar tıkanması yaşadığı söylenir.Csáth’ın günlüklerine önsöz yazan Arthur Phillips, Csáth’ın buhranlarının iddia edildiği üzere yazar tıkanmasının çok ötesinde olduğunu söylerken Brenner’ı “günahtan arınmamış alçak bir herif” olarak tanımlar.[3]

Brenner, eşi Olga’yı öldürmesinin ardından intihar girişiminde bulunsa da bir Sırp askerî doktoru onun hayatını kurtarır. Aynı sene içinde (11 Eylül’de) tedavi gördüğü hastaneden kaçarak bir eczacı olan amcasının yanına ulaşır ve morfin vermesi için yalvarır. Amcasının bunu vermeyi reddettiği rivayet edilse de bir şekilde ele geçirdiği bir tür morfin olan pantaponu yüksek dozda alarak çok genç bir yaşta, 33 yaşında hayata veda eder. Okuduğunuz bu kısa hayat hikâyesi genç yaşta hayatına son veren bir edebiyat ve müzik dehasının hikâyesidir. Morfin batağına saplanan bir adamın, Géza Csáth mahlasıyla Orta Avrupa’nın en önemli yazarlarından biri olarak anılan ümitsiz bir adamın hikâyesi…

Mavi bir sisin ardından

Csáth’ın yapıtı da hayat hikâyesiyle paralellik gösterir. Her ne kadar kurgusal karakterler yazarının hayatını doğrudan yansıtmasa da Csáth’ın öykülerindeki günlük havası işin rengini değiştirir. Sorbonne Üniversitesi’nde günlükler üzerine çalışan Mateusz Chmurski, günlük tutmanın Brenner’ın hayatında büyük önem taşıdığını söyler ve günlük havasının Csáth’ın öykülerine de sızdığına işaret eder. Géza Csáth’ın hayatına dair anekdotlar ile yapıtındaki otobiyografik ilişkiyi irdeleyen makalesinde Chmurski, Brenner’ın 10 yaşında günlük tutmaya başladığını 1904’te müzik okumak istese de Müzik Akademisi tarafından reddedilerek tıp ve psikiyatri öğrenimi görmeye başladığını ifade eder. Chmurski ayrıca, Brenner’ı Sigmund Freud ve Carl Gustav Jung’un Macaristan’daki ilk takipçileri (destekçileri) arasında gösterir.[4]

Freud demişken Géza Csáth’ın öykülerinde rüya ve bilinçaltı önemli bir yer tutar. Buhranları, mutsuzluk ve tatminsizliklerinin yanı sıra var oluş sıkıntıları neredeyse her öyküde patlak verir. Buna paralel olarak yarattığı atmosfer de karanlık ve pusludur. Onun öykülerindeki karanlık ve tekinsiz atmosferin bir benzerini Latin Amerika’nın büyülü gerçekçiliğinde görürüz. Özellikle de Juan Rulfo ve Gabriel García Márquez’in yarattığı tekinsiz sokaklarda olduğu gibi yaşamayanların gölgelerine ve ayak seslerine rastlarız. Sözgelimi Afyon ve Diğer Öyküler ismiyle Türkçeye kazandırılan eserinde yer alan ilk üç öyküsünde ölüyle canlıyı aynı sahneye farklı şekillerde yerleştirerek okuru tedirgin eder. Bunu da okuru tedirgin etme gayesinden ziyade kendi iç dünyasındaki tuhaflıkların dışa yansıması olarak okumak daha doğru olacaktır. Yaşadığı dönemde dünya çapındaki savaş ortamının karamsarlığıyla birlikte kendi iç dünyasındaki çöküşün etkilerini de fazlasıyla görürüz öykülerinde.

Bu hâliyle dünyayı yabancılaştıran ve onu hayali bir alana götüren, içinde esrarengiz, tekin olmayan güçlerin egemenliğinin yansımaları görülür. Yarattığı bu grotesk dünyada beyhude bir şekilde zamanı yakalamaya çalışan bir adamın melankolik duygu durumunu hissederiz. İç dünyasındaki bu karanlık hâl ve durumları, sade bir anlatımla derli toplu bir şekilde okura yansıttığını da söylemek gerekir. Bu da yazarın hikâye anlatmaya yatkınlığıyla açıklanabilir. Öykülerinde hastalık teması ve zamanı yakalama edimi de kendini fazlasıyla gösterir. Sözgelimi valsin hâkim olduğu Eroica öyküsünde üzerine sinmiş hasta kokusunu kimse duymasın diye sürekli parfüm süren barona atfettiği zıtlıklarla dolu olma hâli, ateşli bir bitkinlik içindeki bedene sahip, korkunç bir yok oluşun pençesindeki bir adamın, meraklı, genç ve neşeli kızlara sığınmasının (genç ruhlarını ele geçirmesi) da kendi hayatında karşılığı vardır. Yazının başında da bahsettiğimiz üzere günden güne eriyordur Géza Csáth…

Yarattığı karakterlere baktığımızda da gerçek hayattaki psikiyatrlık tecrübesinin de etkisiyle felçli ve nevrastenili hastalarla sıklıkla karşılaşırız. Onları güçlü gözlem yeteneğiyle analiz edip öykülerinde yeniden yaratmıştır. Ancak yarattığı karakterle maskelediği, birçok yerde kendisidir aynı zamanda. Karakterlerinin fiziksel özelliklerini de detaylı bir şekilde betimlemesi ve karakterlerin iç dünyasında yaşadığı karmaşayı okura yansıtması, yazarın müthiş gözlem yeteneğine işaret etmesinin yanında karakterleri kendi iç dünyasından devşirdiğini de düşündürür.

Öykülerinde ümitsiz bir adamının mutsuz aşk hayatına yönelik yansımalar da yer alır. Kırmızılar içindeki sarışın bir kadının peşinden koşma, yarıda kalan bir flört ve aşkı ıskalama hâli sezilir. Her ne kadar evlenmiş olsa da yapıtındaki ifadelerden, bu evliliğin mutsuzluktan kurtulma edimiyle gerçekleştirilen ümitsiz bir birliktelik olduğunu düşündürür. Soba isimli öyküsünde “Bu kız beni sevmiyor… zengin bir adamı seviyor." (s.128) cümlesinde kendi hayatına dair iki unsur göze çarpar; parasızlık ve platonik aşk. Latince “en önemli şey" anlamına karşılık gelen Nervus Rerum öyküsünde de yine bir türlü kavuşulamayan bir kadın ve bunun nedeni olarak da para, yani parasızlık vardır. Csáth’ın gerçek hayatta doktor olduğunu düşünürsek para sıkıntısı çektiği pek söylenemez ama savaş döneminin ekonomik buhranını ve uyuşturucu bulmak için hırsızlık bile yaptığı da göz ardı edilemez.

Géza Csáth’ın atmosfer yaratmaktaki ustalığına da değinmek gerekiyor. Bir de Csáth’ın sembolik bir takıntısı var; mavi renk. Sözgelimi bir öyküsü koyu mavi bir erken sonbahar gecesiyle başlar, gölün üzerine mavi sonbahar pusu oturur, piposunun mavi dumanı masaların üzerinde şaşkın şaşkın salınır. Burada sembolik olarak kullandığı mavi renkle afyon kullanımını bağdaştırmak mümkün. Afyon kullanımıyla hazzın ve daha da önemlisi zamanı yakalamanın (yavaşlatmanın) peşindedir. Kitaba da ismini veren “Afyon" isimli öykünde şöyle der, “Haz, ana hatları ve anlamsızlıkları ortadan kaldırır. Bizleri mekânın boyunduruğundan çıkarır ve zamanın gürültülü tik taklarını durdurarak ılık dalgalar üzerinde, varoluşun doruklarına yükseltir." (s.148) Varoluşun anlamını hazda bulan bu adamın kurduğu kopuk kopuk cümleler, yazdığına odaklanamayan bir bilincin de yansımalarıdır diyebiliriz. Özellikle ne anlattığını tam olarak anlayamadığımız ama yaşadığı morfin deneyiminin projeksiyonunu sunan bu öykünün ağır uyuşturucu etkisinde yazıldığı söylenebilir: “Gözler sürekli sulanır, kulak uğuldar. Nesneler, insanlar ve harfler silikleşir. Kelimeler ve sesler işitme organımızın küçük makineleri arasındaki kaotik karmaşada uçuşurlar." (s.150) Yine bu öyküde, sonsuzluğun bir parçasını afyon kullanımıyla elde ettiğini düşündüğü hazda bulduğunu iddia ederek afyon kullanmayan insanları kendince suçlar: “İnsanı sonsuzluğa götüren harika, uzun zevk riskini omuzlayabilecek cesaretleri yoktur." (s.149) Özellikle bu öyküsünde düpedüz afyon güzellemesi yaptığını, yaşamın sıkıcılığından kaçmanın ve zamanı yakalamanın yolunu afyonda bulduğu söylenebilir. Ve tabii sonunun da felaket olduğu.

Bu açıdan Csáth’ın öykülerini dumanlı olarak tanımlayabiliriz; bir uyku ve esriklik hâli sezilir. Fısıltılar ve gölgeler vardır; günbatımının loşluğunda, uykusuz, solgun suratlı, saçı başı dağınık kızlar koşturur, konuşmayan ve aslında olmayan bir kontesin peşinde puslu sokaklar arşınlanır, otopsi odasından çıkarılan ve babasına ait olan kemikler anatomi fakültesinin koridorlarında anlatıcıyla birlikte dolaşır. Afyonun etkisiyle halüsinasyon görülür, olmayanla konuşulur. Csáth’ın karakterlerinin gerçek dışılığı ve madde kullanımının yarattığı bu miskinlik hâliyle birlikte Csáth’ı okurken hissedeceğiniz yegâne his ürpertidir.

Çocukluk anıları da birçok yazarda olduğu gibi Csáth’ın yapıtında da önemli bir yer tutar. Sözgelişi Küçük Emma öyküsü, çocukluk anılarına dayanan kötü bir olayı anlatır. Anlatıcı, bir günlükte okuduğunu söylediği bu olayın asıl tanığı mıdır tam olarak bilemeyiz, fakat detayların güçlü tasvirinden ve duygu durumunu başarılı bir şekilde yansıtmasından çocukluğunda böyle bir olaya (hayvan işkencesine) bizzat tanık olduğunu çıkarabiliriz. Acının esrarının Csáth’ın ilgisini çektiği aşikâr. Bu açıdan kitaptaki son öykü olan Ana Katli’ni de bu bağlamda okumak gerekir.

Géza Csáth’ın toplu öyküleri niteliği taşıyan Afyon ve Diğer Öyküler, yer yer masal ve günlüğü anımsatan ancak öykü teamülerine daima sadık kalan bir anlatılar bütünü oluşturuyor. Birinci gözden tanıklık edilmiş bir yaklaşımla anlattığı bölümler kendi hayatıyla paralellik gösterirken kimi yerde günceye geçiş de söz konusu. Aynı zamanda Csáth’ın gözlem yapmayı seven bir yazar olduğunu da yaptığı tasvirlerden rahatlıkla anlayabiliriz. Özellikle de karakterlerinin yaşadığı hislenimleri içselleştirdiğini söylemek lazım.

Géza Csáth’ı okurken Sir Arthur Conan Doyle’un hafızalarımızda yer eden eseri Sherlock Holmes’ü de hatırlamanız mümkün. En azından bendeki etkisi bu oldu. Günlük yazımına işaret eden bir tarzda yazması bu benzerlikte bir etken olabilir. Ayrıca 19’uncu yüzyıl hafiyesi Holmes’ün de afyon kullandığını biliriz. Onu da kullandığı afyonun etkisindeki yazarının karmaşık dünyasına işaret eden muğlak ifadeleriyle okuruz; bizi mekânın içine hapseden, zamanı adeta durduran ve havada uçan toz tanelerine bile duyarlı hâle getiren ifadeleriyle.

BATUHAN SARICAN

BATUHAN SARICAN
K24

Tekinsiz Vadi’de Bir Dava

Ekim 21, 2016

Politik doğruculuğun Sokağın Dili Olsa’ya ettikleri

Ekim 21, 2016

Bir yanıt yazın